İlk kırışıklığınızı gördünüz mü… Yaşlanmak kader değil
Yaşlanma fizyolojik bir olaydır kader değildir. Koordine edilmeden erken yaşlanma oluşursa, bu durum bir hastalık olarak algılanabilir.17-11-2024
Yaşlanan dokularımız sıvı kaybeder. Kaybedilen sıvının yerine toksik ürünler yerleşmeye başlar. Biriken toksik ürünler damar çeperlerinde ve hücrelerde kalsifikasyonla kendini göstermeye başlar. Bu toksik ürünlerin miktarının artmasıyla dolaşım sistemimizde ve metabolizmamızda patolojik olaylar kendini gösterir.
Bu olayların devamında bağışıklık sistemimiz zayıflar ve vücudumuzun tüm işlevlerinde azalmalar görülür. Bunların doğal sonucu olarak hastalıkların oluşması kaçınılmazdır.
Hayvan deneylerinde belli sürelerde ardışık ve toksik dozlarda verilen maddelerin, sinir iletisini yavaşlattığı, damar duvarında kalsifikasyonlar oluşturduğu ve dolaşımda bozulmalara neden olduğu gözlenmiştir.
Deney hayvanlarında da görüldüğü gibi, otonom (diğer adıyla vejetatif) sinir sisteminde oluşan iletim bozukluğu yaşlanmayı hızlandırmaktadır. Fizyolojik yaşlanmada ortaya çıkan değişiklikler incelendiğinde, dolaşımda ve hücre dışında alanda, temel maddede ilk bozulmaların ortaya çıktığı görülmektedir. Bu durumda bedene gelen çeşitli uyarılara yaşam fonksiyonlarımız için gerekli reaksiyonlar verilemez hale gelmektedir.
Bunlara bir de vejetatif sinir sistemini zorlayan, bedenin kendini regüle etmesini engelleyen bozucu alanlar da eklenirse yaşlanmanın hızlanması kaçınılmaz hale gelir.
İnsan bedeninin belli bir regülasyon kapasitesinin olduğu bilinmektedir. Bunu korumak için aşırı enerji harcanması vücudumuzun bitkin düşmesine neden olur.
Birçok uyarının arka arkaya gelmesi ve uyarıların kronikleşmesi sonucunda vücudumuzdaki regülasyonun bozulduğu ve vücudun labil bir hale geldiği Nöralterapide bilinen bir gerçektir.
Vejetatif sinir sistemi üzerinde etkili olan, kronikleşmiş fazla sayıdaki uyarı veya uyarıların, başka bir deyişle “bozucu alanlar” ın elimine edilmesi fizyolojik yaşlanmayı durdurmada en etkin tedavi metodu olarak karşımıza çıkmaktadır.
Farklı hastalıklar için bize başvuran birçok hasta, kısa sürede kendini daha dinç ve daha iyi hissettiğini bildirmektedir. Yürüyüşü düzelen, görme ve duyma yeteneği artan, uykuları düzelen ve konsantrasyonu artan hastalarımız oldukça fazladır.
Ne yazık ki 1928’den beri nöralterapide gözlenen bu gerçekler, bugüne kadar Geriatri bilim dalının dikkatini çekmemiştir.
Huneke Kardeşlere borçlu olduğumuz bu tedavi metodunda kullanılan ilaç % 1’lik prokaindir. 1954-1956 yıllarında büyük başarılar kazanan Prof. Dr. Anna Aslan tarafından yapılan çalışmalar tüm dünyanın dikkatini prokain üzerine çekmişti. Prof. Dr. Anna Aslan bu çalışmalarında prokainin yıkılmasıyla PABA’nın (Paraaminobenzoikasit) ortaya çıktığını belirtti. Bu maddeyi Gerovital H3 olarak adlandırdı ve vitamin benzeri bir madde olduğunu söyledi. Prokainin yıkım ürünü olan H3 maddesinin gençleştirici özelliği göz önüne alınarak büyük klinikler kuruldu. Prokain tabletleri gençleştirici olarak kullanıldı.
Bunların sonucunda prokain (içinde vitamin sözü geçtiği için) modern tıpta ilaç olarak kullanılmaya başlanmışsa da karşın etki mekanizmasının aydınlatılması yarım kalmıştır.
Nöralterapi uygulayan hekimler, prokainin asıl etkisinin H3 maddesinden kaynaklanmadığını, gerçek etki mekanizmasının vejetatif sinir sistemi ve temel maddedeki regülasyonun üzerinden olduğunu bilmektedirler. Nöralterapistler, litrelerce prokain kullanmanın değil, doğru yere doğru dozlarda prokain kullanılmasının etkili olacağı görüşündedirler.
Nöralterapinin etki mekanizması, gerek hücrenin repolarizasyonu ve gerekse hücre düzeyindeki regülasyonla açıklanmaktadır. Sonuç olarak, Tamamlayıcı tıpla oluşturulacak anti-aging protokollerinde, en önemli basamaklardan biri olan nöralterapi yapılmadan uygulanan tedavilerde, kalıcı ve gerçekçi bir çözüm düşünülemez.
Hüseyin Nazlıkul
Odatv.com