"Peynir yersem kemiklerim güçlenir" diyorsanız iki kere düşünün

Dr. Hüseyin Nazlıkul yazdı...

Halk arasında peynirin kalsiyum için çok önemli olduğuna inanılır ve doktorlar da kemik erimesine karşı bol bol peynir yenmesini tavsiye eder. Hatta bol peynir yenirse kemiklerdeki kalsiyum oranının artacağı iddia edilir.

Oysa et ve peynir yendiğinde hücrelerde meydana gelen metabolik olaylar sırasında fazla miktarda asit oluşur ve bu asidi atmak için aşırı derecede kalsiyuma ve alkali özellik taşıyan minerallere ihtiyaç duyulur. Böylece asitle birlikte kalsiyum da dışarı atılmış olur. Yani peynirle kalsiyum alınır, ama bunun çok daha fazlası, peynirin sebep olduğu asitleşme nedeniyle dışarı atılır. Peynir tüketerek kalsiyum eksikliğinin giderileceğine inanmak, oluşacak bu kısırdöngüyü daha başından kabul etmek anlamına gelmektedir.

Vücudumuzdaki asit-baz dengesinin sürekli olarak dengede tutulması gerekmektedir. Asidin aşırı artması demek kişinin, sonu ölümle bitebilecek bir komaya girmesi demektir. Bunu engellemek için devreye sokulan mekanizmalardan bir tanesi beynimizin oksijen alımını yavaşlatmasıdır. Oksijenin azalması yorgunluk, halsizlik ve güçsüzlük gibi problemlerin ortaya çıkması demektir.

Özellikle İsviçre ve Almanya’da yapılan pek çok araştırmada, hayvansal besin alanların idrarında yüksek oranda asit ve kalsiyum tespit edilmiştir. Bu da hayvansal besinlerle alınan kalsiyumdan çok daha fazlasının idrarla atıldığını göstermektedir. Bu kısırdöngüyü kırmak için yapılacak en mantıklı yaklaşım hayvansal besin tüketimini azaltmak olmalıdır.

Günümüzde çok sık olarak görülen osteoporoz yani kemik erimesinin sebebi, kalsiyum bakımından fakir beslenmekten ziyade vücudun kaybettiği kalsiyumdur. Bu nedenle bu hastalara dışarıdan hayvansal besinlerle kalsiyum yüklemek anlamsızdır. Hayvansal besin alanların idrarında yüksek oranda asit ve kalsiyum tespit edilirken sebze ve meyve tüketenlerde daha az kalsiyum kaybı olduğu görülmüştür. Kısacası, artık kemik erimesinin dışarıdan alınan hayvansal kalsiyum yetersizliği nedeniyle değil, kalsiyum kaybı nedeniyle olduğu anlaşılmıştır. Böylece "peynir yersen kemiklerin güçlenir" söylemi geçersiz olmuştur. Asidi nötrleştirmek için aşırı miktarda oksijen harcandığı için organların oksijenlenmesi ve buna bağlı olarak fonksiyonların azalması ve bu kişilerde yorgunluk, halsizlik, dermansızlık, uyuşukluk ve uyku hali gibi belirtiler görülmektedir.

Peynir ve et ürünlerinin vücutta yarattığı ikinci önemli tehlike kronik enfeksiyonların çok daha kolay ortaya çıkmasına sebep olmalarıdır. Çünkü et ve peynirin yol açtığı kan ve doku asitleşmesi immün (bağışıklık) sistemi zayıflatır. Bu konuda yayımlanmış pek çok bilimsel makale bulunmaktadır. İmmün sistemin zayıflamasının sonucu da organ ve hücrelerin yeterince oksijen alamaması ve dolayısıyla iyi beslenmeyen dokularda da bakteri, virüs ve mantarların daha hızlı çoğalmaya başlamasıdır. Bu gıdalar immün sistemi zayıflatarak enfeksiyonların vücuda kolayca yerleşmesine neden olur.

Böyle beslenen kişilerde yorgunluk uyumakla geçmez. Günde 10 saat gibi çok uzun bir süre uyusalar bile yine de kendilerini yorgun hissederler. Çünkü et ve peynirin oluşturduğu asidin nötrleştirilip asit-baz dengesinin tekrar normale dönmesi çok zaman alır. Vücut aldığı oksijeni oluşan asidi nötrleştirmek için kulladığından yorgunluk, halsizlik ve dermansızlık ortaya çıkar.

Özellikle akşamları et ve peynir yenmişse ertesi gün yorgunluktan kendinize gelmeniz çok zaman alacaktır. Tabii ki bu durumu ağırlaştıran ikinci neden biyolojik ritmimizdir. Çünkü geç saatlerde tüketilen besinlerin sindirimi daha zor olmaktadır.

Uyku bir dinlenme süreci olmaktan ziyade vücudun kendini yenilediği aktif bir süreçtir. Bu süre içinde sindirimi zor olan ve asitleştirmeyi kolaylaştıran gıdaların tüketilmesi, kronik yorgunluğun daha da ağırlaşmasına neden olur.

Bu nedenle et ve et ürünleri haftada en fazla iki gün tüketilmeli, peynir ise yukarıda saydığımız gerekçelerden dolayı fazla yenmemelidir.

ETİN ASİDİTE ÜZERİNDEKİ ETKİSİ

Yüksek tansiyonun asıl nedeni özellikle et ve et ürünleri gibi hayvansal gıdaların aşırı tüketilmesi sonucu bağırsaklarda ortaya çıkan “metiyonin” aminoasidinin B6 ve B12 vitaminleri tarafından elimine edilememesi ve bunun sonucunda ortaya çıkan “homosistein”dir. Bugün homosisteinin insan sağlığı ve kolesterol oluşumu üzerine olan etkileri daha yeni yeni kavranmaktadır. Bu konu aynı zamanda anti-aging tedavisinin en önemli basamaklarından birini oluşturmaktadır. Homosistein, oksitlenmiş LDL kolesterolün kandaki makrofaj hücreleri tarafından yabancı madde olarak algılanmasına sebep olur. Makrofajlar LDL kolesterolü hücre içine alarak yok etmeye çalışır. Bu sırada açığa çıkan toksik maddeler damarların iç yüzeyinde birikerek damar sertliğine neden olur.

Damar sertliği başta beyin kanaması, kalp krizi ve kalınbağırsak kanseri olmak üzere çeşitli hastalıklara sebep olur. Bu kişilere yapılacak bir detoks (arındırma) programı sağlıklı kalabilmek için çok önemlidir. Arındırma programının, detoksifikasyon konusunda yetkili olan bir hekim tarafından yapılmasına özellikle dikkat edilmelidir. Çünkü gerek takviye edilecek vitaminler, gerekse uygulanacak olan beslenme programı kişiye özel olmalıdır.

BEYAZ UNUN ASİDİTE ÜZERİNDEKİ ETKİSİ

Rafine undan yapılan besinler de sağlığa zararlıdır. Rafine undan yapılan besinler deyince lifli (sebze ve meyve) besinleri değil nişastalı besinleri özellikle rafine undan yapılan yiyecekleri kastediyoruz. Buradaki asıl sorun nişastadır. Nişasta bir polisakkarit olduğu için önce bağırsaklarda disakkaride çevrilir ve ardından kanda glikoza dönüştür.

Ekmek, makarna, şeker, tatlılar ve çeşitli tahıl ürünlerinde oldukça bol miktarda nişasta bulunur. Kanda bulunan ve hemen yakılamayan fazla glikoz ileride kullanılmak için yağa dönüştürülerek vücutta depolanır. Bu da şişmanlığın önemli nedenleri arasında sayılmaktadır. Burada sözünü ettiğimiz nişasta rafine edilmiş karbonhidratlardaki nişastadır. Oysa kompleks karbonhidratlarda yani sebze, meyve ve doğal yapılarıyla oynanmamış pirinç ve tahıl ürünlerinde böyle bir tehlike yoktur. Bu nedenle et, peynir ve yumurta gibi hayvansal besin tüketmeyen kişilerde de kilo problemi görülür ve hatta bu kişiler daha şişman olur. Çünkü hayvansal besinler aynı zamanda protein de içerirken nişastalı besinlerde protein hemen hemen yok denecek kadar azdır.

Tansiyon yüksekliğinin asıl sebebi hayvansal besinler (et, peynir ve yumurta) ve hamurlu yiyeceklerin (beyaz unlu mamuller) aşırı tüketilmesi ve bedensel aktivite eksikliğidir. Beyaz un vitamin ve mineral içermez.

Oysa tam tahıllı undan yapılan ekmekler, B1, B2, B3, β-karoten (provitamin A) ve E vitamini ile bakır, manganez, magnezyum, fosfat, demir ve çinko içerir. Lifli besinler (kepekli un, keten, yulaf ezmesi, meyve ve sebze) safra asidini kendine bağlar ve böylece safra dışkıyla dışarı atılır. Eksilen safrayı karşılamak için kandaki kolesterol karaciğere taşınır, safra asidi yapımında kullanılır. Böylece kandaki kolesterol azalır. Lifli besinler kalınbağırsaklarda bakteriler tarafından küçük zincirli yağ asitlerine bölünür. Bu küçük zincirli yağ asitleri kolesterolün oluşmasını önler. Bu da kolesterolün kandaki düzeyini düşürür. Kandaki yağın azalması ve sertliğin önlenmesiyle hücrelere gerekli olan besleyici maddeler taşınır ve böylece kişinin enerjisi artar ve sağlığına kavuşur.

RAFİNE (İŞLENMİŞ) ŞEKERİN ASİDİTE ÜZERİNDEKİ ETKİSİ

Günümüzde şeker ve şekerli gıdaların tüketimi çok yaygınlaşmıştır. Doğal şekerin yapısında aynı zamanda vitamin, mineral ve enzim de bulunduğu için zararlı değildir. Yıllar önce tatlandırıcı olarak bal ve pekmez kullanılırdı. Şeker pancarından elde edilen şeker ilk zamanlarda doğal yapıdayken, sürekli olarak yeni yöntemlerin geliştirilmesiyle günümüzde tüketilen beyaz şekerin içerisinde hiçbir vitamin, mineral, enzim ve aminoasit bulunmaz hale gelmiştir. Üstelik şeker pancarının en önemli kısmı, hayvan yemi yapımında kullanılmaktadır. Beyaz şeker, kan şekeri düzeyini birdenbire yükseltir çünkü vitamin, mineral, enzim ve aminoasit içermediği için kana geçişi hızlı olur.

Bir taraftan kandaki şeker düzeyi yükselirken, diğer taraftan bunu hücreye taşıyacak olan insülinin yeterince salgılanamaması zamanla şeker hastalığını ortaya çıkarır. Bu nedenle beyaz şeker kullanmaktan kaçınılmalıdır.

Pek çok hastalık hızlı ve çok yemek yemeye, aşırı hayvansal besin tüketmeye bağlıdır. Bu durum bağırsak florasını bozmaktadır. Bozulan dengeler nedeniyle faydalı bakteriler azalır, zararlı bakteriler, tehlikeli mantarlar ve virüsler devreye girer, beklenmedik hastalıklar ortaya çıkar. Hayvansal besinlerin özellikle et ve et ürünlerinin haftada en fazla iki defa tüketilmesi gerekir.

İÇECEKLERİN ASİDİTE ÜZERİNDEKİ ETKİSİ

Beslenme deyince aklımıza ilk olarak yiyecekler gelmektedir, oysa ki içecekler de çok önemlidir. Çünkü bunlar tüm sindirim sistemimizi altüst edebilir. Örneğin siyah çay uzun süre ve aşırı miktarda içilirse bağırsakları kurutur ve sindirim işlevini bozar. Siyah çayın diüretik yani idrar söktürücü özelliği artık bilinmektedir. Halbuki insanlar zaten yeterince su içmiyor. Buna bir de fazladan eklenen çay, organlar için çok önemli olan suyun yanı sıra pek çok mineralin de kaybolmasına neden olur. Çay gibi kahvenin de sürekli ve aşırı tüketilmesi başta gastrit olmak üzere birçok rahatsızlığa yol açar. Ancak gün içinde 1-2 fincan kahve içmek sorun yaratmaz. Hazır kahve ya da filtre kahve yerine Türk kahvesi içmek daha doğrudur.

Asitli içeceklerin başında şekerli limonata, kola ve hazır meyve suları gelmektedir. Bu içecekler kanın ve dokuların asit-baz dengesini bozarak asidoza sebep olur. Doku ve kanda birikmiş asitli toksinleri nötrleştirip atmak için detoks programı süresince yeterli miktarda su içilmesi temel ilkelerden biridir. Aslında bu ilke sağlıklı bir yaşam için de geçerlidir.

Özetlemek gerekirse sağlıklı bir vücutta kan ve vücut sıvılarının birçoğu hafif alkali özellikte ve dokular ile hücreler de oksijenle beslenmiş olmalıdır. Alkali ph ve dokuların yeterli oksijenlenmesi, sağlıklı ve güçlü bir bağışıklık sistemine sahip olmanın şartlarıdır. Patojenlerin insan vücudunda varlıklarını sürdürebilmesi için gerekli olan iki şart ise asit düzeyi yüksekliği ve yetersiz oksijendir.

Uzun ve sağlıklı bir yaşam için alkali beslenmeniz, yeterli su içmeniz, yılda 1-2 kez birkaç gününüzü detoks için ayırmanız harcadığınız zaman ve emeğe kesinlikle değecektir.

Dr. Hüseyin Nazlıkul

Odatv.com